Medya Konuşmaları XVI: Türkiye'de Basın Özgürlüğü

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Medya Konuşmaları’nda bugünkü Konuğumuz Umur Talu, Sabah gazetesi yazarı, kıdemli bir gazeteci, aynı zamanda Milliyet gazetesinde genel yayın yönetmenliği yaptığı dönemden de gayet iyi hatırlıyoruz kendisini. Hoş geldin.

 

Umur Talu: Merhaba.

 

ÖM: Türkiye’de basın özgürlüğüne en büyük tehdit nedir diye sorarak başlayalım. Böyle bir tehdit var mı? Bu tehdit, devletten mi geliyor yoksa patronlardan mı?UT: Bu sorunun cevabı her gün değişebilir Türkiye’de, mesela bugün en büyük tehdit devletten geliyor. Ne acıdır bunu söylemek, ama terörle mücadele yasası yüzünden, parlamentodan bile geliyor diyebiliriz. ama yarın başka bir şey de söyleyebiliriz. Dolayısıyla, gündelik tehdit algılamaları ve değişimleri yerine, belki hepsini bir arada değerlendirmek lazım. Türkiye’de basın, düşünce ve ifade özgürlüğüne şu anda en büyük tehdit, iktidardan, “istemeyerek yasa çıkartıyoruz” diyebilen bir tek parti iktidarından, geliyor. Ona istemeden yasa çıkarttıran bir takım güçlerden ve buna uyum sağlayan, buna rıza gösteren sosyal demokrat muhalefetiyle, parlamentodan geliyor. Çünkü adı “terörle mücadele yasası” olunca akan sular duruyor. “Bu ülkede terörle mücadele yoktu da, yarından itibaren mi başlayacak” diye sorduğunuzda, her türlü mücadele yasasının olduğunu, ama bu yasayla, aykırı, farklı, alternatif düşünebilen, bunu seslendirebilen, yazabilen, çizebilen herkesin üstünde de bir terör zanlısı kuşkusunun yaratılacağını görüyoruz. En büyük tehdit şu anda bu. Peki bir ülkede böyle bir tehdit olduğunda, o ülkenin basını, gazetecisi, medyası ne yapar? Tehdidin büyüklüğü ile orantısız bir tepki var Türkiye’de; normal olarak bugünlerde, gazete manşetlerinin, köşe yazılarının çoğu bu tehdide ilişkin olmalı. Bırakın sadece yorumlamayı veya haber vermeyi, tavır da olmalı, çünkü bizler bir mesleği icra ediyoruz, bunun örgütleri var, iyi kötü ses çıkarmaya çalışıyorlar, hepimizin şu ya da bu örgütle bir bağlantımız var; Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Derneği, kimi için tam manasıyla örgüt olamasa da Basın Konseyi. Onlara da uymayan, örgüt disiplinine dahi uymayan bir gazeteci camiası var. Bizim sessizliğimiz, duyarsızlığımız sonucu belki de bu toplumun üstüne bir kez daha bir deli gömleği giydirilebiliyor. Burada çok ciddi mesleki sorumluluk addediyorum. Bir de insanın kendi vicdanının işlelemesiyle veya işlememesiyle ilgili bir özgürlük meselesi daha var.

 

ÖM: Terörle mücadele yasası meselesi anlaşılmaz gibi görülüyor, yani bizzat hükümet sözcüsü bakan da “biz bunu istemeden çıkaracağız” diyor, bütün bir toplum da, medya kuruluşları, televizyonlar, gazeteler, dergiler, radyolar da, “demek ki böyle bir ihtiyaç varmış” diye düşünülüyor. Çünkü ciddi bir muhalefet olduğu söylenemez.

 

UT: Üstüne düşünülmüyor, vahim olan o, Türkiye’de üniversite bir kamusal alan olarak yok, diğer kamusal alanlar taştırmalı. Medya bu ülkede, epeydir, yamuk da olsa bir kamusal alan olarak var. Peki bu kamusal alanı nasıl kullanmalı gazeteciler? Köşeleriyle, manşetleriyle, çıktıkları televizyon tartışma programlarıyla, konferanslarla, zerre kadar bu kamusal alanı kullanamayan bir meslektaş ordusundan söz ediyorum. Buradaki problem şu; bir yasanın bir maddesinin bir fıkrası ü,zerinden bir teknik tartışma elbette yürütülür, sivil toplum örgütleri, hukukçular, bunun üstünde tartışır, ama biz önce bunun arkasındaki felsefeyi anlamak ve anlatmak zorundayız. Bu felsefeyle mutabık mıyız, değil miyiz? Ülkenin herhangi bir yerinde terörün olduğunu reddetmiyorum, var elbette, ama bu terörle mücadelenin silahlı bir takım tedbirleri de var, ama bunu kullanarak pek çok kişiyi kolaylıkla terör örgütüyle ilişkisi olan, ona destek veren zanlılar haline sokabilirsiniz. Bunu isteyen istediği biçimde yapar, hakimlerin üstüne, savcıların üstüne müthiş bir yük biniyor. Tamamen kişisel bakış ve yorum meselesi. Çünkü terörle mücadele kanununa göre başka bir şey, TCK’ya göre başka bir şey. Bu teknik tartışmalar yapılır, ama düşünmemiz gereken, bunun altında yatan başka bir felsefe var; ben nasıl bir ülkede düşünmek, yazmak, okumak, tartışmak, sorunlar üstüne kafa yormak, fikrimi savunmak veya fikrimi değiştirmek istiyorum? Bu terörle mücadele yasası, “bunu sen tayin edemezsin, yani bunu sen vatandaş olarak, gazeteci olarak, aydın olarak, öğrenci olarak, akademisyen olarak tayin edemezsin” diyor. “Bunu ben tayin ederim” diyor. “Ben iktidarım. Sen kimsin?” Ama ona soruyorum, “sen tayin ediyor musun?” “Kusura bakma ben de tam tayin etmiyorum” diyor.

 

ÖM: “Benim de dışımda, üstümde güçler var” diyor.

 

UT: Parlamentonun içinden çıkmış iktidar var, halkın milletin içinden çıkmış parlamento var, orada, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazıyor ve bunların hiçbirinin iradesi olmadan bir şey ortaya çıkıyor. Şekli iradesi var tabii, kanun çıkaracak, oylanacak, vs. ama özünde bu irade yok. Toplum bunun nasıl farkında olabilir? Bununla ilgili nasıl bir fikir geliştirebilir? Kamusal alandaki tartışma ile. Medyada var mı bu tartışma? Yok. Bugün var mı, siz bütün gazeteleri okuyorsunuz, manşetlerde var mı?

Avi Haligua: Hiç verilmediğini söylemek zor geliyor bana, herkes bir köşesinden bir parça veriyor, ama objektif ve tarafsız dediğimiz şeyin içinde galiba.

 

UT: Gazetecilik salt haber bile olsa, bir gün bir yoruma ihtiyaç hissedersiniz, o yorum hakkınızı, manşetten ortak bir tavır gibi kullanırsınız. Bu mesleğin özünde var, içinde var, duygularında var, geçmişinde var, yurt içinde, yurt dışında, kökenlerinde de var. Bunu hiçbir şekilde hissetmiyorsunuz. İyi kötü 3 bin üyesi olan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti bir tarafta, bir tarafta onun tanımadığı veya büyük medyanın hiyerarşik olarak üye olduğu, oluşturduğu Basın Konseyi, ya da tabanla daha ilişkili olan bir kesim Çağdaş Gazeteciler Derneği... Yazmayla, çizmeyle, hukukla ilişkili bir sürü sivil toplum örgütü ortak bir tavır bile yansıtılmaz mı bu ülkede. Şimdi imkanımız olsa tekrar manşetlerde kimlerin sesinin duyurulduğuna baksak, kendi sesini duyuramayan bir medya olabilir mi?

 

ÖM: Çok tuhaf doğrusu. Biraz önce Açık Gazete programında elimizdeki bir nottan okuyorduk; basın yayın kuruluşlarının hemen hepsinin, başta barolar olmak üzere, Çağdaş Hukukçular, İnsan Hakları Gündemi gibi hukuk kurumlarının, İnsan Hakları Derneği, Mazlumder, İnsan Hakları Vakfı, Helsinki, Düşünce Suçuna Karşı Girişim gibi, farklı eğilimlerden, kesimlerden gelen insan hakları kuruluşlarının, bünyesindeki 85 kuruluşu temsilen Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın - bir anlamda bütün sivil toplum temsil ediliyor- ortaklaşa yayımladığı çok ayrıntılı bir broşür var. “Biz bunu istemiyoruz” diyor, ama medya “kim istiyor?” diye sormuyor.

 

UT: Cevabını bildiği için bu soruyu sormuyor ama bu mazeret değil. O zaman o cevabın üstüne gitmek lazım.

 

ÖM: Bu biliniyor, veri kabul ediliyor.

 

UT: Kuşaklar devriliyor bizim meslekte de, gazetecilikte de, gençler geliyor yaşlılar devam ediyor, kimi gidiyor, vs. bu ülkede darbeler oluyor, tekrar demokrasilere geçiliyor, AB güzergâhına giriliyor, demokratikleşme kararları alınıyor. Bütün bunlar oluyor ve biz bir gün geliyoruz, 27 Haziran 2006’ya, tekrar bütün bunların hiçbiri olmamış gibi, kaldığımız ve korktuğumuz yerden devam ediyoruz. Daha doğrusu devam edemiyoruz, orada çakılıp kalıyoruz hazır olda. Bu olmaz, bu ülkeye ihanettir. Terörle açık işbirliğinin de ihanet olduğunu söyleyebilirsiniz, ama bunlarla mücadele yöntemleri üzerine başka bir akıl yürütmek lazım eğer bir sorun varsa. Bu mücadele yöntemlerini yürütenlerle ilgili tartışmak lazım, doğru mücadele etmek lazım. O tartışmayı da engelleyecek bir duvar koyuyorsunuz siz, o zaman ne diye o “demokratik hukuk devleti” diye bir şey yazıyoruz ki anayasaya? “Türkiye laik bir cumhuriyettir” diyelim bitsin! Sosyal değil, demokratik değil, hukuk devleti değil, laik bir cumhuriyet, bu kâfi. Her gün temel maddesini çiğnediğiniz bir anayasadan başlıyorsunuz güne ve çıt çıkmıyor.

ÖM: Mesela Adalet Bakanı’nın “bizim isteğimiz dışında oluyor” demesine karşılık, bu ne demek diye sorulmuyor.

 

UT: Bunu diyen bir bakanın ertesi gün de istifa etmesi lazım zaten, iradesi olmayan bir şeyi yapan bir insan siyasetçiyse çok ciddi tartışma. Weber’in siyaset üstüne, siyasetçi mesleği üzerine kitabı çevrilmiş, alıp baksınlar, okusunlar. Protestan ahlakı diye tartışılıyor ya, kapitalizmin ahlakı, ben başka bir ahlak önermiyorum, kapitalizmin, burjuvazinin ahlakında böyle bir şey de var, biraz onur da olması lazım. Din derseniz orada da mutlaka deştiğiniz zaman ciddi biçimde var. O zaman bu kadar ahlaksızlık nereden kaynaklanıyor? Bu kadar riyakârlık?

 

ÖM: İktidarı bu halde bırakalım, gelelim ana muhalefete. Sosyal demokrat, CHP’nin Genel Başkanı da eşine kolay rastlanmayacak nitelikte bir şey söyledi ve dedi ki “terörle mücadele yasasının 6. maddesi, terörün başı olarak kabul edilen Abdullah Öcalan’ı hapisten çıkartmaya yönelik, onu affa yönelik bir şeydir. Bu iktidar tarafından tezgahlanan bir şeydir ama ondan da vazgeçin, yasayı gecikmeden çıkaralım.” Bu yasaya hiç itirazı olmadığını dolaylı yoldan söyledi. Onu da sormadı medya kendisine, “ne demek istiyorsunuz?” diye.

 

UT: Diyelim ki sormadık, ama artık şunu demeyelim bu noktadan sonra, “ana muhalefet lideri solda birlik sağlamaya çalışıyor.” Bu artık sol değil, bunu savunan bir insan artık sol olamaz.

 

AH: Zaten kendi de bu şekilde açıkladı, “ben sol ya da sağ diye bir ayrım yapmıyorum, cumhuriyete bağlı herkes bize gelsin” dedi.

 

UT: Hâlâ “solda birlik” diye yazılıp çiziliyor, en azından o kelimeyi tahrip etmeyelim, o bir tarafta dursun, ana muhalefet lideri bir tarafta dursun. Bir muhalefet lideri, iktidardan da daha çok iktidar odaklarından yana olabilir mi? Özünde bir muhalefet kelimesi var, sağcı olabilirsiniz, solcu olabilirsiniz ama bir şeyi farklı bir açıdan irdeler, toplumun önüne bir bakış açışı, bir duyarlılık koyarsınız. Sırtınızda da yumurta küfesi olmadığı için, belki geleceğe dönük endişelerinizi daha açık tutarsınız. Bu anlaşılmaz bir şey hakikaten. Biz bütün bunları kabul ediyoruz, yani gazeteci, gazetecilik işlevini yerine getirmiyor, iktidar yaptığı şeyi üstlenemiyor, muhalefet, muhalefet edemiyor. Düşünebiliyor musunuz bütün bu kavramlar, edimler, insanlar, gelenekler, miraslar, neyse hepsinin içi boş, hiçbir şey yok içinde. Aktörlerin hepsi sadece oynuyorlar, içten gazeteci değil, içten iktidar değil, içten millet temsilcisi değil, içten parlamenter değil, içten muhalefet değil, içten sosyal demokrat değil, herkes oynuyor. Böyle bir ülke sahnesi olabilir mi? Ve 70 milyon kişi, biz bunu başarabilmişiz.

 

ÖM: Neyi oynuyoruz o da belli değil. Daha önce burada gazeteci arkadaşlarımızdan Okay Gönensin’le konuştuk, “böyle bir yasa geçecek besbelli, ama geçse bile etkinliği olamaz; çünkü o kadar abes şeyler var ki, hiçbir zaman uygulanabilirliği yok mahkemeler nezdinde de” diyor.

 

UT: Bu da tuhaf bir görüş, çünkü biz biliyoruz ki, bu ülkede merkez medyada büyük bir gazetede yazan birinin ödeyeceği bedelle, bir yerel gazetede, yerel radyoda, yerel televizyonda ya da kendi yağıyla kavrulan bir yayın organında yazan, konuşan bir kişinin başkasının ödeyebileceği bedel aynı olmayacaktır. Ya da benim başıma geldiğinde duyacaksınız, ötekinin başına geldiğinde duymayacaksınız. Maalesef Türkiye’de VİP davalar dediğim türden bir gelenek gelişti.

 

ÖM: Nedir bu? Onu da biraz açar mısınız?

 

UT: Tabii ki, o davaların muhatabı olan, mağdur olan insanlar çok değerli insanlar, bunları tartışmıyorum, ama bu insanlar şöhretli, bu insanlara Avrupa’dan, her taraftan destek geliyor. Bir de adını asla duymadığımız insanlar var, bunlar da yazıyorlar bir yerlerde ve bunların başına gelen belalarla ilgili hiçbir fikrimiz, haberimiz, muhalefetimiz, hiçbir duyarlılığımız, olamıyor çoğu zaman.

 

AH: Bu strateji, en azından şöhret üzerinden bir şekilde bu davalar gündeme taşınsın diye kullanıldı mı?

 

UT: Taşınıyor, ama sonunda sadece mağdurunu kurtaran bir hale dönüşüyor, arkadan hediyesi olarak bir de terörle mücadele yasası geliyor. Dolayısıyla burada da ciddi bir sorun var, görmediğimiz insanları yok farz eden bir ikiyüzlülüğümüz var. Ancak görebildiğimiz, tanıdığımız, okuduğumuz, bildiğimiz insanları var farz eden. Dolayısıyla “bu yasa uygulanmaz, o kadar uç noktada ki uygulanmaz” demeyi doğru bulmuyorum, evet bana gelmeyebilir ucu, ama mızrağın ucu bir yere dokunacaktır, o dokunduğu yerde ciddi can acıtacaktır, tahribat yapacaktır. Yani şunu deme lüksümüz var mı: “12 Eylül de geçti, bitti, hepimiz ayaktayız.” Böyle bir lüksümüz olabilir mi? Bir sürü insan asıldı, bir sürü insan öldü, bir sürü insan işinden, kariyerinden, ailesinden, bedenindeki organlarından ve hayatından oldu. Terörle mücadele yasası da elbette değişecek, bitecek veya uygulanamaz hale gelecek ama...

 

ÖM: Daha bir gün önce Milliyet gazetesinin manşet haberinde ortaya çıkan, Veysel Güney olayını hatırladım.

 

UT: Mesela böyle 3 tane olay oldu diyelim; biz bu çocukları unutacağız, 25 yıl sonra aklımıza gelirse gelecek, mezarı bile yok çocuğun. Esas söylemek istediğim, dünyaya ilişkin, mesleğinize, düşünceye ilişkin, ülkenize dair bir felsefeniz olur, bir açınız olmalı, illaki ideolojik, nihai bir sistemli düşünceden bahsetmiyorum; bir hissiniz olur, bu hisle dersiniz ki “bu iyi, bu kötü.” “Bu iyi” diyenler, manşetinden bu yasanın iyi olduğunu ilan etsin, “gereklidir ve iyidir” desin, buna hiç itirazım yok, evet, böyle bir şeyi de savunabilirsiniz. “Kötü” diyenler, kötü olmasından korkanlar, kuşkulananlar da söylesin. AB yandaşları ile bu yasaya sessiz kalanlar aynı, böyle bir şey olabilir mi? Buradaki samimiyetsizliğin giderilmesi lazım, “bu yasa gerekli”, kocaman at manşetini, veya “bu yasa kötü, bu yasa şunu getiriyor” de, bunu yap. Bizim hayatımızı, düşüncemizi, mesleğimizi, yazımızı, çizimizi, bu ülkenin beynini varsa ve kalacaksa ilgilendiren bir yasa ortada iyi ya da kötü.

 

ÖM: İki şeyi sorgulamalıyız, bir tanesi, “bu nasıl olsa uygulanamayacak kadar saçma hükümlerle doludur” varsayımıyla buna karşı çıkmamak diye bir şey olamaz. Sanıyorum Mazlumder de bunu belirtmişti, Müslümanlar, kendi başlarına böyle bir şey gelmeyeceğini, kendilerine uygulanmayacağını sanıyorlarsa yanılıyorlar.

 

UT: Bir gazete şunu tartışıyor, “İslamcı terörle yeteri kadar mücadele etmiyor bu yasa” diye. Ben o zaman irkiliyorum, sol olduğunu söyleyen, geçmişte bir sürü terörle mücadele vb. yasalara, darbelere, kolunda sırf gazete taşıdığı için okurunu kurban veren, kendi bir yazarlarını, kiminin faili belli, kiminin meçhul bir takım suikastlarda, bombalarda kurban veren, bir gazete, bir gelenek, bir kurum tek tartışmasını “filancanın teröristi eksik” diye yürütebilir mi? Bu bana kötü geliyor.

 

AH: Bu tehdidin diğer yüzüyle bağlantılı değil mi? Devlet ve patronlar ikileminden başladığımız için. Daha büyük ilişkiler de var çünkü.

 

UT: Bu bir kısmı, özgürlük kısmının bununla ilgisi ne dersek, bunun üstünde çok durduk, dışsal bir özgürlük meselesi çıktı ama içsel özgürlük meselesi de bunun içinde aslında. İçsel özgürlük meselesi nedir? Patronun, müessesenin, medya sektörünün değerlerin ve kuralların, kabaca kraldan çok kralcı olması. Medya bilimi dilinde yazı işleri sosyalizasyonu denilen, yani patron senin başında olmadan bile sen patronu başında, üstelik de elinde sopasıyla canlandırıyorsun, içselleştiriyorsun.

 

UT: İnsanın içindeki özgürlük tutkusuyla ilgili bir şey. O tutkun varsa milletvekili de olsan boyun eğmezsin, adalet bakanıyken de iraden dışı bir şeye sürüklenmezsin, gazeteci isen de yazarsın, çizersin. Yani bir şekilde patlar bu, içinde durmaz, kimimizde patlıyor zaten.

 

ÖM: Gerilim yaratan bir durum bu. Konuştuğumuz meselelerde en önemli noktalardan bir tanesi de evrensellik ilkesi. Benim teröristim onun özgürlük savaşçısı veya tersi durumuyla çok karşı karşıyayız. Bu evrensellik ilkesini hayatın her alanında kendine de başkasına da uygulayan objektif ve bağımsız gazeteciyi, medyayı nasıl sağlayacağız?

 

UT: Objektif kelimesini çok sevmiyorum açıkcası, sübjektif olsun, zaten sübjektif olmalı. Tabii ki cinayet işlenmişse bir yerde, “katil o değil de bu” diyecek bir sübjektiflikten söz etmiyorum, ama cinayetin kendisine bakışta bile sübjektif bir bakış açınız olabilir. Yani bir tanesi atıyorum katilin çocukluk travmalarını hiç önemsemeyebilir ama sizin sübjektifliğiniz içinde geçmişte yaşadığı, çocukken yediği dayakların, uğradığı tacizlerin etkisi olabileceğini tartışmak sübjektif bir bakış açısıdır ve buradan bir hakikate ulaşmaya çalışırsınız. O yüzden objektiflik diye bir derdim, hedefim, idealim yok. Söylendikçe de, söz meclisten dışarı, ama genellikle palavra olduğuna inanırım, en çok da bunu kullananların yalan söylediğine. Bağımsızlıktan, tarafsızlıktan söz etmiyorum. Ben bunca meslek deneyiminden sonra, bugüne geldiğimde şunu gördüm ki, önce sizin içinizde başlıyor bu program. Ondan sonra yaptığınız her işe bulaşıyor veya yaptığınız her işte geriliyor veya büyüyor, besleniyor. Bizim meslekte de bu böyle. Tabii ki medyanın, bütün dünyada varolduğundan söz edilen, tekelleşme eğilimleri, en azından büyük medyanın aynı piyasa ekonomisine bakış açısı zaten ciddi bir sorun bütün dünyada. Bunun değişmesi, ancak topluma karşı bir takım taleplerin olmasıyla başlar, bunu kıracak seslerin olması yetmiyor, bunu dinlemeyecek bir takım kulakların olması lazım, buna uymayacak, bu tahakküm altında çıkmaya çalışan, başka bir hayatı, başka insan ilişkilerini, başka ekonomik ilişkileri arzulayacak toplumsal bir takım seslerin çoğalması, ya da evrensel bir takım taleplerin çoğalmasıyla mümkün. Ama burada bireysel bir yüzleşme meselesi var, bu da dünyanın en eski sorunu. Gazeteci açısından bu büyük ölçüde vicdandır, ama vicdan derken, kalpten gelen, içindeki duyguya ses verme türü bir vicdan değil, bu öğrenilerek, düşünülerek, tartışılarak, değiştirilerek oluşturulan bir vicdan. Bu vicdanınızda, bağımsızlığınızın üstüne titrersiniz ve mümkün değil gibi gözüken çok şeyi de yazmanın, düşünmenin, haber yapmanın mümkün olabileceğini bilirsiniz. Sadece denemiyor insanlar, bunu zorlamıyorlar, bunsuz mutlu olduklarını zannediyorlar, halbuki bununla mutlu olmak daha gerçekçi, daha hakiki bir mutluluk. Bu tamamen bireyin tavırlarına da ilişkin. Öteki tabii ki daha büyük bir mesele, yani anti tekel yasalarınız olacak, bunun siyasi mücadelesi olacak, siyasi partiler muhalefetteyken medyadan şikayet edip, iktidara gelince iktidar ilişkileri kurmayacaklar medya ile. Böyle bir ittifak oluşuveriyor birden, kim gelirse gelsin. Bunu kıracak bir takım şeyler olacak ama birey olarak gazeteci bu kadar bir nokta, bir cüce değil, yapabileceği, söyleyebileceği çok şey var. Bunun için de bir tane hayatımız var, bunu yapmayıp da ne yapacağız?

 

ÖM: Sadece muhabir ve yazarların içinde bulundukları eksiklikler ya da yetersizliklerle izah edilebilir mi? Yani sistemin kendisi hakkında ne söyleyebiliriz?

 

UT: Sisteme ilişkin olanını söylemeye çalıştım, ülkenizdeki geçerli ekonomik sistemin evrensel olarak hakim olan sistemin de o, getirdiği şeyler var. Bir takım ekonomik, askeri veya siyasi güçler dokunulmaz hale gelebiliyor, bir takım düşünceleri tartışmak hâlâ çok mümkün olamıyor. Alternatif yayınların varolması elbette mümkün, ama yayılması, yaygınlaşması, ülkedeki genel kültürün etkisiyle çok mümkün olmuyor. Büyük medya niye büyük? Patron çok zengin olduğu için değil, en çok izlenen, en çok okunan, satılan, en çok reklam alan olduğu için büyük. Bütün çarklar en yoksul insandan en varlıklıya kadar aynı çarkın içinde, en yoksul insan gazete aldığında, dizi seyretmeye çalıştığında, ilan vermek istediğinde filancayı tercih ediyor. Bunu kıracak olan sizin farklı bir ses çıkarmanızdır. Bunun bir izi kalıyor bir yerde. Çünkü büyük medyada insanlar çalışıyor, bu insanların hepsi de kötü gazeteciler değil, sizin sesinizi de dikkate alıyorlar bir süre sonra, kendi içinde çalışan ve farklı bir şey söyleyen bir insanın sesini de dikkate alıyor, sonuçta hepimizin bir etki alanı yaratma gücümüz var. Benim bütün isyanım şuna, bir köşe yazarı olmak bir imkan değil mi, hele büyük medyada, bu imkânı değerlendirmiyorsan bu kötü bir şey, bunu değerlendirebilirsin, zorlayabilirsin. Bunun için bir düşünce, bir ahlak geliştirebilirsin. Ondan sonrası tabii ki yasa işi, anti tekel yasalar, vs.

 

Sistemin genel olarak tartışılması da sadece yerel veya ulusal bir sorun değil, evrensel olarak tartışılması lazım, piyasa ekonomisinden bu medya düzenine kadar.

 

ÖM: Özellikle reklam gelirlerinin büyük bir oran tuttuğu, tamamen kâra yönelik bir şirketin patronluğunda ise bir medya organı, bir gazete ya da bir televizyon, haliyle hareket tarzı sınırlanacaktır bir şekilde.

UT: Geçen gün olumlu bir şey tartışılır gibi oldu; “eğer reklamcılar, şiddet dolu dizilere reklam vermezse, yani reklamcı derken iş dünyası ve ajansı kastediyorlar, bu iş hallolur” dendi. Düşünebiliyor musunuz, bu arkadaşlar piyasa ekonomisini savunan, liberal siyaset ve ekonomi anlayışına sahipler, diyorlar ki “reklam silahı kullanılsın!” Allah aşkına böyle bir reklam silahı varsa ilk tartışacağımız yer orası mı? Reklam silahı yüzünden bir takım şirketler, holdingler dokunulmaz değil mi bu ülkede? Reklam silahı yüzünden gazetelerin, televizyonlar bu halde değil mi? Filanca dizinin içindeki şiddet sahnesi fazladan sofraya konmuş bir şey, genel olarak ekonomik bir şiddet yok mu bu ülkede? Parası ve silahı olanların, ister yeraltında ister yerüstünde uyguladığı bir şiddet yok mu, her kurumun, her insanın, her yasanın üstünde? Öteki çerez.

 

ÖM: Yani reklam silahı kullanılarak bu şiddetin azaltılması mı söz konusu?

 

UT: Diziye reklam vermezseniz kalkar, doğru.

 

AH: Bu aracı doğrudan meşrulaştırır tabii ki.

 

UT: O zaman reklam silahıyla beni kovdurabilirsiniz, hoşlanmadığınız terörle mücadele yasasına gerek yok, reklam silahıyla da her şeyi yaptırırsınız. Terörle mücadele yasası ne demek? Diyor ki “bazen başka silahlara da gerek var.” Bu silah içindeki bir korku kılığında da olabilir. Bir silah gölgesinde yazıp, çizip, düşünüp, fikir beyan etmeye var mısın yok musun? Bütün meselenin özü bu, benim söylemeye çalıştığım bu, bir gölgenin altında sessiz kalmaya ya da gölgenin istediği gibi konuşmaya razı mısın, değil misin? Allah uzun ömür versin herkese, 70-80 en fazla yaşlık bir faal ömürde, bununla insan olabiliyor musun, olamıyor musun?

 

ÖM: Mesele eninde sonunda ahlaki, moral cesarete geliyor.

 

UT: Artık ben o etik meselesinden de vazgeçtim, çünkü etik şu hale geldi, dünyanın en steril gazetesini yapayım ben size, içinde ne özel hayatı olsun, ne bir yasa çiğnensin, ne insanlara hakaret edilsin ve bütün haberleri doğru olsun, virgülünün yerine kadar imlâ hatasızlığına kadar, ama aynı zamanda bütün haberler doğru olsun. Ama bu gazetenin içine koymadıklarımla ben size ihanet edebilirim, sakladıklarımla. Etik şu hale geldi, yaptığını doğru yap. Ben artık vazgeçtim bu etik anlayışından, yapmadıklarınla sorguluyorum, neyi yapmıyorsun kardeş? Biraz kır dök, ama bir şey yapmaya çalış. İşte moral cesaret daha önemli, daha pozitif bir etik hukuktaki gibi, etikten söz edeceksek negatif bir etik değil pozitif bir etikten söz ediyorum. Bunun içinde çok ciddi eylemlilik var, yani zihnin, düşüncenin, kalemin, gerekirse bedenin eylemliliği var. Steril, makul, ailenin iyi çocuğu, vs. o etik noktasına geldi bizim medya, ben oradan vazgeçtim. Çünkü o yetmiyor.

 

ÖM: Mesela az önce sözünü ettiğimiz gibi, Veysel Güney gibi bir insanın, kanıtsız olarak öldürülmesi ve mezarının bile bulunamamasına tanık olmak ve bunu hâlâ gündeme getirmemek gibi bir sorun var.

 

UT: Mesela kovulduğum gazete Milliyet’in o tavrı çok hoşuma gitti, manşetten bunu vermesi. Ama ondan iki hafta önce ben de yazdım, Kürşat Bumin’in yazısını gördüm ve onun üstüneydi. Bir başkası onu gördü, daha alternatif, muhalif gazetelerde zaten çıktı, ailenin  sözleri, vs. Hiç değilse 25 yıl sonra, niye Milliyet’teki arkadaşlar o gün bunu manşet yaptı? Niye ben yazdım? Niye filanca yerde çıktı? Az önce konuştuğumuz şeylerle ilgili, hazmedemiyoruz, yani bunu bir insanlık sorunu olarak düşünüyoruz, artık bu rövanş değil, birilerinin sık sık sarıldığı gibi, kimden rövanş alacaksın? Bu bir insanlık sorunu, için acıyor.

 

ÖM: Onun ailesinin yerine koyuyorsun kendini.

 

UT:  Sırf o değil, ama ben yazarken içim şöyle de acıdı, hikâyeyi tam bilmiyordum. Orada bir tane de üsteğmen ölmüş ve çok hazin, adı bir kere geçmiyor, tek bir yerde. O da bir dram, onun da bir ailesi var, o da orada, o ortam içimde gitti. Bunu geliştiremez miyiz? Benim bütün derdim o, böyle ahlakçı, vs bir şeyden söz etmiyorum ama birini görürken ötekine sırtımı çevirmeyeyim. 25 yıldır mezarı olmayan bir Veysel Güney var, ama adını verince adı hiçbir yerde geçmeyen bir de üsteğmen var. Nedir o zaman bizim tartışacağımız? Bu insanları orada kafa kafaya getirip, birbirine kırdıran başka bir şey mi olmalı? Bir de bunun üstüne düşünmeliyiz aynı bugünkü gibi.

 

Gazetecilikte kimsenin yerine koyma kendini, dıştan bak, ama gör. Yani öyle empati vs. önemli değil gazetecilikte, ama gör, görmezlikten gelme, başını çevirme, gözünün önündeki bir şeye başını çevirme. İkinci olarak gözünün önünden saklanan bir şeyi de görebilmek için çaba harca, deş, didikle, araştır, sor, ne yapacaksan yap. Ama bu ikisi olmadığı zaman bunun adına biz nasıl bir cüretle gazetecilik diyoruz?

 

ÖM: Kehanet olarak sormuyorum, ama medya açısından genel gidişatı nasıl değerlendirebiliriz?

 

UT: Bütün bunun içinde aydınlık olan şeyler de var, içinde olduğumuz mekândan başlayalım, burada konuşuyoruz, birşeyler söylüyoruz, insanlar dinliyor, dinleyen herkesde aynı siyasi görüş, aynı mesleklere, gelir gruplarına sahip de değil, bunları aşan, trans bir duyarlılık da var. Bir telefonum var, okuyucuya açık, köşemin üstünde cep numarası yazıyor, onun için de ben demokrat bir milliyetçiyim diye yazan okurum da var. Böyle, etnik kökenleri, inanç seviyerleri, inançsızlıkları, milliyetçi, sağcı, solcu gibi, o kimlikleri muhafaza da ederek, ama daha insani, daha vicdani, ideal demokrat olmaya, böyle bir kültür edinmeye, hayata böyle bakmaya çalışan insanlar da var. Çok konuştuğumuz, tartıştığımız, iğnelediğimiz medyanın içinde tartışmalar da oluyor, büyük bir gazete alıyor o çocuğu manşet yapıyor mesela. Bu ülkede sonunda biz bir noktaya gelmedik değil. Nereye geldik, ne eskisi kadar islamcı olabilecek, ne eskisi kadar milliyetçi, herkes bir yerinden bir yara aldı. Tranbzon’da linç, bugün de çok bahsettiniz, bunlar var, ama arkadan, ülke çapında istendiği gibi linç havası da oturmuyor. Danıştay olayı oluyor, tamam, laik cumhuriyetçi insanlar sokağa dökülüyor, Anıtkabir’e koşuyor, ama sonra kuşku da duymaya başlıyorlar. Hemen ilk yakaladığının gırtlağına sarılmıyor insanlar.

 

ÖM: Aynı şeyi Şemdinli için de söyleyebiliriz.

UT: Trafikte daha çok birbirlerine düşmanlar. Dolayısıyla yorula, bıka, yıprana bir yere geldik. Benim korkum, insanlar ekonomik olarak bir kriz patlarsa, bundan büyük hasar görürlerse, gelecek umutları bir kez daha aşırı zedelenirse o zaman buradan çok ters bir yerlere gidebiliriz. Çocuğuna götürdüğü lokmayı gerçekten ikiye bölme zorunluğunu çok derinden hissettiği anda insanların insani duyguları da çok başka bir hale gelebilir. Çünkü Türkiye’de, onu taşıyacak bir sol parti, bir sol siyaset, bir sol muhalefet yok maalesef, onun gideceği yer tekrar milliyetçi, etnik, şoven gelişmelerdir.

 

ÖM: İktisatçı, New York Times yazarı Paul Krugman, köşesinde, “tam kanıtları çıkmadı ama trend olarak özellikle ABD için gelir dağılımı adaletsizliği ne kadar artarsa, siyasi ve diğer kutuplaşmalar da artıyor” diyor. Bu önemli.

 

UT: Alternatifi aşkın bir düşünce, eylem veya siyasi odak yoksa, yoksullaşma, insanın zihnini de yoksullaştırıyor maalesef bir süre sonra. O zaman en iyi bildiğin doğal kimliklerine sarılıyorsun, yine ötekinin doğal kimlikleriyle de ona nefret besliyorsun. Her belanın kökeninde başka bir doğal kimlik arıyorsun.

 

ÖM: Bunu ne kadar çok konuşabilirsek o kadar da iyi. Çok hırpalandık, yaralandık dediğin gibi, ama aynı zamanda da, kırıla döküle, konuşmayı da biraz öğrendik gibi sanki.

UT: Evet, onu hissediyorum. Sizin de katkınız çok fazla tabii.

 

ÖM: Çok teşekkür ederiz.

 

UT: Ben teşekkür ederim, iyi günler, iyi yayınlar.

 

 

(28 Haziran 2006 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)